Agnostizm; İlkçağ Yunan’da ortaya çıkan temelinde Ontolojik ( Varlık Felsefesi) bir sorunu çözmeye yâda çözülemeyeceğine inanan felsefi bir akımdır. Kısaca şöyle özetlenebilir; insan aklı sınırlı ve imkanları bellidir. Evren ise  sonsuzdur. İnsan sınırlı aklı ile sonsuz evreni ve temelde de Tanrı’yı anlama ve bilme konusunda yetersizdir, acizdir. Bu nedenle Tanrı  “vardır” yâda “yoktur” diyemeyiz. Agnostizm için dilimizde “Bilinemezcilik” diyebiliriz.

Diyeceksiniz ki ne işimiz var bizim Agnostizm’le ? Tanrı ile ilgili bir sorunumuz mu var da bu konuyu gündeme getiriyorsun?

Bir görüş ortaya çıktıktan sonra artık Pragmatik bir değere sahiptir. Herkes o varsayımı kendi amacına uygun bir kanıt olarak kullanabilir. İlk Çağ Yunan Filozofları bugün yaşasalardı eminim “ne hale getirdiniz canım felsefemizi, biz bu amaçlar için kullanılsın diye mi yıllarca ızdırap çektik” derlerdi. Lakin onlar böyle söylerler de sağ kalırlar mıydı? yâda ne tür bir kaset komplosuna kurban giderlerdi? Orası “Bilinmez”(!)

Agnostizm’in bizde uygulanma biçimi “Oryantalizm’dir. Doğu kültürünü, temelde de İslam Kültürü’nü incelemek genetik kodlarını çözüp sonuçta da ifsat etmek için kullanılan bir düşünce akımı, Şarkiyatçılık…

Kilisenin ya da Avrupalı devletlerin görevli ajanları yıllarca Osmanlı toplumu içinde yaşadılar. Müslüman gibi ibadet edip, halkın arasına karıştılar. 10, 20 belki de 30 yıl Müslümanlarla birlikte yaşayıp güvenlerini kazandılar. İnançta kafir, zahirde Müslüman olan bu kişiler sözüm ona dini alanlarda eserler neşrettiler. 1000 doğru cümlenin arasına 1 yalan cümle sıkıştırdılar. 1 kişi olsa, bu kişilerin yanlışı ortaya çıkar; belki de düzeltilebilir. Ancak 10 larca hatta 100 lerce Kilise ajanı sabırla, yıllarca çalıştılar ve sonunda Devlet-i Ali’de fitne ve ayrılıklara vakıf oldular. Uydurma mezhepler bile kurdular. Sonuçta 600 yılı aşan, tarihin şahit olduğu en büyük devlet yıkıldı. Yerine küçük ölçekli ve daha kolay denetleyecekleri bir devletin kurulmasına izin verdiler.

Batı sömürgeciliğinin temelini oluşturan esas düşünce İngiliz Filozof J. Locke tarafından geliştirilmiştir. J. Locke “İnsan zihni boş bir levhadır, doğuştan getirilen hiçbir bilgi yoktur, her şey o levhaya sonradan yaşantı yolu ile kaydedilir” der. Görünüşte sadece Bilgi Felsefesi alanında masum bir açıklama imiş gibi görünse de kullanma biçimi olarak Batı dışında tüm ülkelerin sömürülmesinin temeli bu düşünceye dayanır. Batı, sömürmek istediği topraklara önce silahla saldırır ve ilk nesli korku kültürü ile sindirir. Tüm kanaat önderlerini ve halkın sevdiği önemli kişileri bir şekilde bertaraf eder. Sonra da kendi güdümlerindeki kuklaları yönetimin başına getirir.  Kendilerine sonuna kadar bağlı, aşağılık psikolojisini ve öğrenilmiş çaresizliği tüm hücrelerine kadar yaşayan yöneticiler de onlar ne isterse sorgusuz sualsiz yaparlar. Zira bir memlekette sürekli silahlı asker bulundurmak yeterince külfetli ve pahalı bir iştir. İngiltere Hindistan’da bunu yaptı sonuç olarak da tarihe “sivil itaatsizlik ve pasif direniş”in en etkili sonucu çıktı. Hindistan’ı terk etmek zorunda kaldılar.

Yıllarca kendi ajanlarını bizim aramıza yerleştiren ve savaşan Batı Dünyası artık taktik değiştirerek bizim içimizden devşirme ajanlara destek vermeye başladılar. 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbeleri bu planın devamıdır.  1970 ve 1980 li yıllarda Türkiye’de yapılan sosyal bilimler alanındaki araştırmaların %90’ı “Türkiye’de Cemaat Hareketleri” idi. Sözüm ona adı bilimsel araştırma, yüksek lisans yâda doktora tezi olan bu çalışmalar temelde bir manüplasyon (yönlendirme) projesinin veri tabanını oluşturmaktaydı. Her türlü çabaya rağmen sosyalist, komünist yâda tarihinden ve dinden uzak liberal bir uydu ülkesi haline getirilemeyen Türkiye için kukla cemaat bulma sürecinin ta kendisidir. Genelkurmay 2.Başkanının “Bu ülkede şeriat gelecekse de biz getiririz” sözleri bu planın açık ifadesi idi. 28 Şubat sürecinde bu plan çerçevesinde uyduruk Şeyhler aracılığı ile Din ve Dindarlar kötü gösterilerek “din kisvesi altında bakın neler yapıyorlar, biz olmasak devlet elden gidecek” mesajını vererek halkın içinden gelen devlet adamlarını alaşağı edip kendi sultalarını sürdürecek ve hakimiyetlerini pekiştirecek kişileri başa getirdiler. Onlar da şunu biliyorlardı artık; bu iş halka tepeden bakan “halka rağmen halk için anlayışı ile halka zulm eden” Beyaz Türklerle olmuyor. Bir şekilde mutasyona uğramış, “dini konuda halkın desteğini ve takdirini toplamış” bir yapı ile yola devam etmek gerekiyordu. Bu plan bir anda ortaya çıkmış bir plan değildir. 40 yıllık planın B, C, D ihtimalleri üzerine varyasyonlarından başka bir şey değildir. Yıllarca 3 beyazdan sonra en etkili beyaz olan Zekeriya Beyaz’la, yada çocukluk yıllarımızın İnanç Dünyası’nın vazgeçilmez karakteri Yaşar Nuri Öztürk’le bir şeyler yapmaya çalıştılar, olmadı. Ya da esas plan için süre kazandılar. Sonunda toplum yeterli olgunluk düzeyine gelince de planlarını devreye soktular. Artık tavuk kesmek kurban yerine geçer diyen uyduruk ilahiyatçılar yoktu. Sağlam eğitim almış ve toplumun genetik kodlarını çok iyi bilen, en önemlisi de toplumun kendi çocukları vardı sahnede. Komşumuz, mesai arkadaşımız, meslektaşımız, cami cemaatinden tanıdığımız; kısacası kendi içimizden insanlar…. Yıllarca insanların güvenini kazanmış, gıpta edilecek insanlar eliyle bir şeyler yapılıyor. Ve halk diyor ki “bu insanlar yanılıyor olamaz, onlar diyorsa doğruluk payı olabilir, ateş olmayan yerden duman çıkmaz, vs,vs…

Yazımızın başındaki Agnostizm tam da bugünü ifade ediyor işte. Kim haklı kim haksız belli değil. Halk kime inanacağını şaşırmış . Herkes % 1 i doğru geri kalanı makyajlanmış dosyalar, kasetler, tapelerle yönlendiriliyor. Maksat, iktidar çalıyor ama malı götürüyor, halka, devlete ihanet ediyor imajı oluşturmak…

Mevcut iktidarın düşmanları kimler? Yeni Türkiye’ye kim savaş açtı? Arkamızdan kimler kuyumuzu kazıyor? Gezi Parkı olaylarını kimler destekledi? 24 saat kesintisiz yayın yaptılar? Kobani Olayları nereden çıktı? 300 seçmenin olduğu sandıktan sadece 1 partiye nasıl oldu da 300 den fazla oy çıktı? Hepsi ortada iken büyük oyunu göremeyip, yerel siyasette kaotik bir ortam oluşturmak isteyenler post modernin de post moderni bir darbe ile yolumuzu kesmek istemektedirler. Küllerinden yeniden doğan ve tüm dünyanın ve özellikle de İslam Alemi’nin beklediği Devlet-i Ali’nin geri dönüşünü engelleme çabalarının son perdeleri. Sabredelim ve ferasetli davranalım. En kısa zamanda Haydarpaşa’dan kalkacak tren Mekke, Medine, Kahire ve Kazablanka’da duracak… Ülkü, İdeal, Mefkure. Ne derseniz deyin; Rüya değil, hayal değil…

Allah’a emanet olunuz.

Abdullah TURABİ